5 Kasım 2012 Pazartesi

Sabahattin Ali'den Çingenenin sevgisi..

...

işte adaşım sana seven bir çingenenin hikâyesi...
Çiçeklerin açtığı mevsimde senin kollarına yaslanan ve çiçekler kadar güzel kokan bir vücutla uzak su kenarlarında oturmak ve öpüşmek yoruluncaya kadar öpüşmek hoş şeydir...
Seni gördüğü zaman zalimce başını çeviren mağrur bir dilberin kapısı önünde veya ışığı altında sabaha kadar dolaşmak bunu candan arkadaşlara ağlayarak anlatmak söz aramızda gene hoş şeydir.
Fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi kendisinde taşımağa tahammül etmeyerek onu koparıp atabilmek işte adaşım yalnız bu sevmektir.

15 Ağustos 2012 Çarşamba

Müşfik Kenter nede güzel anlatmış zamanında..

Hep bir yerlere, bir şeylere yetişme telaşındasınız değil mi?
Hiç vaktiniz yok, ..."Fast live", "Fast food", "Fast music", "Fast love"...
Dikte ettirilen "yükselen değerler", "in" ler, "out" lar...
Buna benzer bir odada, şanslıysanız gökyüzünü görebilen bir pencere ardında bitecek hepsi.
Dostluğu klavyelerinde, yaşamı monitörlerinde arayanlar, Size sesleniyorum!
Hangi tuş daha etkilidir ki sıcacık bir gülüşten ya da hangi program verebilir bir ağaç gölgesinde uyumanın keyfini?
Copy-paste yapabilir misiniz dalgaların sahille buluşmasını?
İçinizi ısıtan gün ışığını gönderebilir misiniz maille arkadaşlarınıza?
Sevgiyi tuşlarla mı yazarsınız?
Öpüşmek için hangi tuşlara basmak gerekir?
Ya da geri dönüşüm kutusunda saklanabilir mi kaybolan zaman?
Doğayı bilgisayarlarına döşeyenler, neden görmezsiniz bahçedeki akasyanın tomurcuklandığını?
Ve ıslak toprak kokusu var mıdır dosyalarınız arasında?
Koklamak, duymak, dokunmak, yok mu yaşam skalanızda?
Bilgi toplumu oldunuz da, duygu toplumu olmanıza megabaytlarınız mı yetmiyor?

11 Ağustos 2012 Cumartesi

Ceketimi Burda Unutmus Olabilirmiyim?

 

İlk defa bugun izledim ve bu kadar onerilmesine rağmen neden izlemediğime şaşıyorum bu  filmi tamam belki tekdüze ve bazen hakikaten sıkıyor. ancak içinde biyere dokunabilen bir film.. Mert Fırat'ında nekadar güzel bir oyunculuk yapabildiğini bu filmde görüyorum. Donup bakınca aslında (incir reçeli tadında olsada) aşkın nasıl birşey olabileceğinide gösteren bir film. cesaretin ne olduğu da apacık öne koyuluyor. simgesel olarak kullanılar ceket farkettirmeden okadar içine işlemişki filmin insan rahatsız olmuyor. Özellikle engelli insanlara acıyarak bakan kültürde. Başka bir yerdende dem vuruluyor. Acımak..umursamamak değil acımak. işte içlerindeki her iki büyük yara.. Bazen bu minnet sevgisi Arkadaşlığın,aşkın,anneliğin,babalığın onune gecerken karşıdakının neler hıssettiğini anlamak zorlaşıyor. Korumak (haddinden fazla), acımak, utanmak gibi hislerin onune gecildiğinde asıl sevgının ortaya cıkısı bu filmde insanın gözüne sokuluyor. bu yapılırkende aynı zamanda ilişkide doğal olmak, duru yaşamak, akıp gitmesine izin vermemek, bunaltmamak, anlamak ve daha birçok kavramda izleyiciye gösteriliyor.

Bunun yanında aynı zamanda zeynep karakterinin iş yoğunluğu. adalet ve hak talepleri filmde unutulmamış. Onur'unda bu mücadeleye bir yerden tutunması, desteği parmak ısırttırıyor. Kadın ve aile dairde ince göndermelerin olduğu filmde birde buna değinerek filmin ana temasından kopmamak zor işken Mert Fırat ve İlksen yazdıkları senaryo ile bu işi bana göre hakkınca yapmışlar.

İnanın daha yazacak çok şey var ama birde iş güç var :)


Demekki nemiş?
           Başka dildeymiş aşk..




                                                                                                                 İYİ SEYİRLER EFENDİM

9 Ağustos 2012 Perşembe

Eski bir yazımı Yeniden Paylaşmak...



BUGÜN GÜNDEMİ NASIL MEŞGUL ETSEM ?


Bugünlerde yükselişe geçmiş olan kıyafet programları özellikle gençler ve kadınlar cephesinde merak uyandırıyor “ Bugün ne giysem?”, “Bana her şey yakışır” gibi programlarda ise pahalılık dikkat çekiyor. Peki kadınların sorunu kıyafet midir?
 
Bir gün içinde gezdikleri bütün mağazalardan bazen kendi bütçeleri ile bazen de programların verdiği bütçeyle alışveriş yapan kadınlar, sonrasında ne yaşıyor ve nasıl bir hayat sürüyor bilmiyoruz bile. Markalıymış, deriymiş, ketenmiş, satenmiş, yırtmacı varmış, yok kuyruğu varmış, istersen kısaltabilirmişsin, maviymiş, sarıymış, kırmızıymış, askılıymış, uzunmuş... Kıyafet bitiyor çantalar ve ayakkabılara geliniyor; gökdelen gibi topuğu varmış, topuk inceymiş ama rahatmış, dolgu topukluymuş, hiç topuğu yokmuş ama öylede olmazmış giyilmezmiş, ayakkabıyla çanta bir taraftan bir şekilde uymalıymış, kadifeyse çanta, deri ayakkabı olmazmış... Ve takılara geliniyor: Kesinlikle abartılı olmalıymış ... Kadınlar programdaki saatlerini bunun gibi bir çok açıklamayı yaparak geçiriyor. Kadınların sokakta ne dertlerinin olduğunun, iş yaşamında nasıl ezildiğinin ya da artmakta olan ve artık dur denilmesi gereken kadına yönelik şiddetin hissettirilmediği, kadınlarının asıl sorunun ne giymek olduğu ve bunun için günlerinin saatlerini ayırdığı bir dünya, bir görüş yaratılmaya çalışılıyor.

Aldıkları kıyafetlerin fiyatları ise genellikle bir ailenin belki bir, belki iki aylık geçimlerini sağlamakta. Çalışarak kazanılan, emek verilen ve büyük çoğunluğa asla yetmeyen asgari ücretin katlarını, azınlık olan kesim bir günde bir çantaya, ayakkabıya hatta takıya verebiliyor. Bir ayakkabıya bin beş yüz lira veriliyor, bir çantaya bin lira... Elbiseye ise hiçbir zaman az denecek bir miktar ayrılmıyor. Dediğim gibi bir aile alınan asgari ücreti, evin geçimine paylaştırmaya çalışırken diğer taraftan bu programda insanlar ellerindeki iki bin lirayı bile yettiremiyor nedense. Her kesimden insanın katıldığı söylenen bu tür programlarda kadınlara dayatılan, lüks ve kıyafetten başka hiçbir şey düşündürmemek. Diğer bir programda ise konuya göre bütçe veriliyor. Ama kadınlara verilen üç-beş saat,  günlük bir kıyafet almaya yetmiyor...Jüri ise fiyatına bile bakmadan kadınları rezil rüsva ediyor, hatta onları programdan bile kovabiliyor.

Ancak her gün çoğalan ve birbirinin aslında aynısı olan bu programlarda, sadece harcanılan paraya ve kadının fiziğine dikkat çekiliyor. Jüri, karşılarında olan yarışmacıya “kıyafetin kötü olabilir fakat fiziğin çok güzel bu yüzden bizimlesin” diyebiliyor.

Kadınları bir meta haline dönüştüren ve görünüşün ne kadar önemli olduğunu dayatan bir program dizisi karşımızda duruyor.

Kadınların giyimleri ise trajikomik denecek derece insanlara nasıl bir “konseptte” giyinmesi gerektiğini söyleyen jüri üyeleri ve programcılar, kadınların sanki her gün bir kulüpte olduğundan yakınıyorlar, fakat öyle bir ikilem var ki: kot pantolon ve ceketle geleni ise  bu bir yarışma programı diyerek daha en baştan yargılıyorlar. Kadınları sadece giyinmekten ibaret olan, cansız mankenler sanan bu tip insanlarsa yarışmaya katılan kadınlara “burası kıyafet, moda ve tarz programı” dedikten sonra “sesin güzelmiş, hadi bir şarkı söyle” yada “çok iyi dans ediyormuşsun bir dans et de görelim” diyebiliyorlar. Anlamadığım ve kafamın almadığı bir çok şey varken merak ediyorum  bunlar nerede yaşıyor?
Özellikle geçen gün programa katılan bir yarışmacıya denk geldiğimde, bu tarzda düşünen insanlara bir şeylerin anlatılması gerektiğini düşündüm. Programa katılan genç kadın Trakyalı ve şive ile konuşuyor. Programın bu sezonunda insanlar kendi bütçeleriyle alışveriş yaptığı için bu genç yarışmacı da yaşadığı semtin pazarından alışveriş yapmayı tercih ediyor. Jüri bu alışverişi VTR’de gördüğü ilk dakikalarda hemen yüzünü buruşturuyor. Daha sonra kadın karşılarına geldiğinde ise “ucuza şık olunmaz”, “hadi bize bir roman oyna bizimle değilsin ama birlikte eğlenelim” dediğinde kan beynime sıçradı. Biz gençlere, kadınlara örnek oluyoruz diye her dakika bu konuya değinen insanlar neyi öğretiyor neyi amaçlıyor?

Halbuki, romanlar rengarenk giyinmeye bayılır. Kürt kadınları, kırmızı giydiklerinde bir başka görünürler, Karadeniz kadınlarının işlemeli, boncuklu yazmalar ve şallar hayatında hep vardır. Alevi kadınların saçlarındaki kına hiçbir boya kataloğunda olmayan muhteşem bir renge sahiptir. Dersim kadınlarının keskin yüz hatları onları farklılaştırmaktadır. Bunlar moda dergilerinden öğrenilmiş değildir. Ancak onlara bambaşka bir özgünlük verir.

Moda denilen kavrama, kendini ve kendi yaşam tarzını anlatmak olarak bakan bu zihniyet gelişerek yerini; başkasının kıyafetiyle yargılamak ve bu şekilde bir ilişki kurmak olarak biçimlenirken bu tür programlarda kadınlara bakış açısı daha önce de söylediğim gibi içler acısı... Her kesimden kadının bu tür programlara katıldığı ve sadece belirli bir kesimin genellikle seçildiği, ailesinden bu yüzden eleştiri alan genç kızların, lise öğrencilerinin ve daha bir çok şekilde zorluklarla buraya katılan kadınların programın dışında yaşadığı hayattan kimse haberdar değil.

Kadınların, ömrünü yiyip tüketen, her gün “bu sefer akşamdan ne giyeceğim, hazırlayacağım” denip, ertesi sabah o hazırlananlar göze güzel gözükmeyince can havli ile dolaba saldırılmasına sebep olan, bitmek bilmeyen çile olarak insanlara dayatılan ve kadınların hiçbir şey düşünmemesi gerektiğini, tek derdinin her zaman güzel gözükmek ve kendini birilerine hep fark ettirmek olarak yaşamanın amaç biçildiği bir hayat dayatılıyor.

Ben söyleyeyim sizin tek derdiniz; kadınların giyimi, görünüşü olabilir. Ama biz kadınların tek derdi bu değil... “bugün ne giysem” diye değil “bugün ne yemek yapacağım” “bugün bu faturayı nasıl ödeyeceğiz” ya da “bugün çocuğumu okula nasıl göndereceğim” diye soruyor kadınlar kendilerine...




                                                                                               Damla Uludağ- Evrensel Gazetesi
                                                                                                                                      02.12.2011

Korku Masalı Coraline :)

 

        Neil Gaiman abimizin kitabını Henry Selick filme uyarladı.Coraline ismini ilk duyduğumda yada daha doğrusu hiç bilgim olmadan filmi izlemeye başladığımda genelgecer anımasyon diye düşünerek filme baştan haksızlık ettim :) filmin sonunda da Neil Gaiman'ın fantastık sanatlarda bir usta olduğunu düşünmeye başladım. filmin kurgusu basit oldukça basit..Küçük bir kız çocuğu, işten güçten çocuğuyla ilgilenemeyen bir aile (Gunumuz Cekirdek aileleri gibi) ama Coraline yeni taşındıkları evlerindeki o küçük kapıdan geçtiğinde yepyeni ve alternatif bir dünya karşısına çıkar (ki başta bu kucuk kızın çokta hoşuna gider) fakat daha sonra filmimizin seyri hafiften değişmeye başlar. (buda klasık) fakat aslında bu basıt hikaye, muhteşem bir kurgu ve estetik ile birleşince bambaşka bir hal alıyor. süphesiz ki Masal-Korku arasındaki bu filmden küçük-büyük bazı! insanlarda korkmuşş olabilir :) (Cem Kaya korkulacak bir tarafının olmadığını ! soylesede ) film bence Alice Harikalar Diyarında Tadında olmuş :) filmde hoşuma giden bir başka ayrıntı ise film boyunca Coraline usanmadan kendisine Caroline diyen buyuklerini duzeltir :) Gözümü kırpmadan bir solukta izlediğim harikulade animasyon. Karakterlerin her birine bayıldığım ve izleme isteğimin körüklenmesinin başlıca sebebidir. Bütününde yaratıcı bir zekanın ürünü olduğunu belli eder kalitede, bu yüzden izlenmesi gereken filmler arasında yer almalı..(Tabi mümkünse izlerken yanınızda iğne,iplik,düğme ve özellikle de terzi filan olmasın bence) 

Şimdiden İyi seyirler..

teşekkür :)

hiç anlamadım bunu cahilmiyim bilemedim.. ilk blogum benı bu işe sabahın köründe yeltendiren cem kaya'ya olsun.. sükranlarımı ilettim :)